10 Ocak 2014 Cuma

Hint Veda Toplumu- Ellora ve Acanta Mağaraları

    

Vedalar
Veda Edebiyatı dörde  ayrılmaktadır: 
1. Samhitalar
2. Brahmanalar
3. Aranyakalar
4. Upanişadlar

1- Saṃhitalar: Genelde mantralardan oluşur ve 4 bölüme ayrılır:

1. RigVeda
2. SamaVeda
3. YajurVeda
4. AtharvaVeda

Dinsel içerikli koleksiyonlardır. Yani ilahi, sihir, melodi ve kurban bilgisi ve bunların formüllerinin yer aldığı koleksiyonlarıdır. Saṃhitalar; Ṛigveda, Yacurveda, Samaveda ve Atharvaveda olmak üzere dört tanedir.
En eskisi Ṛigveda, en yeni tarihlisi ise “Atharvaveda‟dır.

Bu kitapların en önemlisi, 1028 ilahi ve 10 kitaptan oluşan Ṛigveda (İlahi Bilşisi) metinleridir. Ṛigveda’da adına ilahiler sunulmuş olan ya da adı geçen tanrılar, tanrıçalar ve aşağı yaratıklar, Hint mitolojisinin çekirdeğini oluşturur.

İlahileri “ṛshi”denilen ermişler meydana getirmiştir. Bize o zamanın kültür, inanç sistemi ve coğrafi durumu hakkında bilgi vermektedir. Bu ilahilerden; Ari ırkının İndus Nehri civarında yaşadıklarını, Arilerin Hindistan’ın yerlileri olan siyah derili Dasyularla çarpıştıklarını, sadece arpa ekiminden bahsedildiği için tarımın az da olsa önemli olduğunu, büyükbaş hayvan yetiştirdiklerini özellikle boğa, öküz, at beslediklerini ve inek sütünün başlıca besin olduğunu anlamaktayız.

İlahilerde Güneş, Ay veya Ateş tanrısına değil, bizzat Güneş, Ay ve ateşin kendisine yakarılmış ve bu doğal fenomenler Ṛigveda’da mitolojik figürlere dönüşmüştür.

İlahilerde bu inançlardan harekerle pek çok tanrı ve tanrıça adı sayılmaktadır. Sūrya (Güneş), Soma (Ay), Agni (Ateş), Dyaus (Gökyüzü), Marutlar (Fırtına Tanrıları), Vāyu (Rüzğâr), Āpas (Su), Ushas (Şafak) ve Pṛthivī (Yeryüzü tanrıları) bu tanrılardan bazılarıdır.
Bunların yanısıra İndra, Varuṇa, Mitra, Aditi, Vishṇu, Aşvinler, Rudra gibi tanrı ve tanrıçalar da karşımıza çıkmaktadır. Burada dikkat çeken nokta, tanrılara verilen sıfatların sonradan yeni tanrılar doğurmasıdır.
Örneğin “savitar” (soluk veren,hayat veren), “vivasvat” (parlayan) sıfatları güneşe verilirken daha sonra her biri ayrı Güneş tanrısı olmuştur. Zamana ve kabilelere göre tanrılar da çeşitlilik göstermiştir. Bununla birlikte dönemlere göre ciddi anlamda değişimler yaşanmıştır. Örneğin Asura, Hint-İran döneminde “tanrı ” olarak görülürken Vedik dönemde tanrıların düşmanları olarak ortaya çıkmıştır. Gök tanrısı Dyaus’un yerini aldığı iddia edilen ve Hintlilerin ulusal tanrısı olan İndra, Ṛigveda’nın oluştuğu dönemlerde halk savaşçı bir ulus olduğundan daha çok savaşçı yönüyle öne çıkan bir tanrı olmuştur. Daha sonra karakteri değişmiş ve gökyüzü tanrısı olarak karşımıza çıkmıştır. Savaş tanrısı ise önceleri İndra iken daha sonra Kārttikeya olarak karşımıza çıkmaktadır. Vs..

Vedik ilahileri oluşturan şairler bilinçli ya da bilinçsiz olarak büyük bir mitolojik sistem meydana getirmişlerdir

Yajurveda (Kurban Bilgisi);  Siyah (Taittiriya Saṃhita) ve Beyaz (Vacasaneya Saṃhita) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İkisi arasındaki en büyük fark, birincisinde sadece dualar bulunduğu halde ikincisinde duaların yanı sıra kurban törenlerinin yapılışına dair bilgilerin de yer almasıdır.

Beyaz Yacurveda’da bahsedilen en ünlü kurban törenleri; Soma kurbanı, Racasuya (Kralın şöreve başlamasıyla yapılan tören), Aşvamedha (at kurbanı), Purushamedha (insan kurbanı) ve Sarvamedha yani her şeyin kurbanıdır.

Samaveda (Melodi Bilgisi): Kurban törenleri sırasında okunan duaların seslendirilişini açıklayan kitaptır. Purāṇalarda 1000 tane olduğu belirtilmesine rağmen günümüze kadar ulaşan Samaveda koleksiyonlarının sayısı sadece üçtür.

Samaveda; Hint kurban, sihir ve melodi tarihini ve özellikle Hint müzik tarihini yansıtması açısından oldukça değerlidir.

Atharvaveda (Büyü Bilgisi): en son yazılmasına rağmen, mitolojik açıdan
önem sırasına göre, Rigveda’dan sonra gelmektedir. Bu kitapta mutluluk ve mutsuzluk veren büyü formülleri sıralanmaktadır. Yirmi kitap ve yedi yüz otuz bir ilahiden oluşmaktadır ve eserin yedide biri Rigveda’dan alıntıdır

2- Brahmanalar
Vedik dönemin diğer bir kaynağı, Brahmanalar yani Bilgili Din Adamlarının Açıklamalarıdır. Bunlar kurban törenleri ile ilgili metinlerdir. Bu eserlerde tanrılar yerine, eskiden pek önemi olmayan Pracapati (tanrıların ve ifritlerin babası) yüceltilmektedir. Onun yerini ise daha sonra edebiyatta Brahma almaktadır.

Rigveda’dan tanıdığımız ve eski olarak nitelendirdiğimiz tanrılar aynen Yacurveda, Atharvaveda ve Brahmanalar’da da görülmektedir

Ancak önceleri ikinci planda görülen tanrılar bu ayin edebiyatında birinci plana geçmişlerdir. Bununla birlikte en büyük önem, tanrıların (devalar) ve ifritlerin (asuralar) babası olarak görülen ve “Yaratıkların Efendisi” olarak nitelendirilen Pracapati’ye verilmektedir.

Rigveda’da tanrılar ile ifritler arasında sürekli bir savaş vardır ve tanrılar sadece kendilerine güvenirler. Ancak Brahmanalarda tanrıların başarılı olması için kurban sunmaları gerekmektedir.

Dolayısıyla bu dönem edebiyatında kurban ön plana çıkmaktadır.

3- Aranyakalar

Brahmanalar’a ek olarak yazılan, ana konusu kurban sembolcülüğü, mistisizmi ile Brahman felsefesi olan ve orman çilekeşleri tarafından oluşturulan Orman Metinleri anlamındaki Aranyakalar’dır. Bu orman metinleri orman çilekeşlerinin üzerinde çalıştığı Vedaların geçerlilik kazanan kısımları haline gelmiştir.

4- Upanishadlar

Upanishadların en eskileri de kısmen bunlara dâhil edildi. Bu yüzden Aranyakalar ile Upanishadlar arasında kesin bir sınır çizmek zordur.

Upanishad sözcüğü “bir kimsenin yakınına oturmak, dizinin dibine oturmak” eyleminden türetilmiştir ve bu ifade ile öğrencinin hocasının yanına oturup, ondan gizli bilgileri alması anlatılmaya çalışılmıştır.

Upanishadlar, Vedalar’ın gerçeklik hakkındaki düşünceleri içeren, felsefe açısından zengin sonuç bölümleridir.

Upanishadlar “en yüksek hakikatin öğretisi ”diye görüldüğü için çok az sayıda seçkin öğrencilere aktarılmış ve bu bilgilerin gizli olduğu ve herkese öğretilmemesi gerektiği vurgulanmış. Buna bağlı olarak da Upanishada gizli öğreti anlamı da yüklenmiştir.

Eski Hintlilerin yaşamı ve ölümü, ölümden sonrasını, tanrıyı ve evreni açıklamaya çalıştıkları ve bununla birlikte birçok soruna el attıkları felsefe ve teoloji metinleri olan Upanishadlar; tanrı, tanrının doğası, evren, yaşam, ölüm, ölümden sonrası, yeniden doğuş ve kurtuluş konularında bilgiler içermekte ve bunun yanında Upanishadlar‘da,Veda tanrılarına sunulmuş ilahilerin ve Brahmanaların kurbancılığının izleri de bulunmaktadır.
Vedaların son bölümleri olan Upanishadlar’a “Vedanta” da denilmektedir. Vedanta Sanskritçe’de “son” ya da “Veda’nın sonu” anlamına gelmektedir. Vedanta öğretisi de bir tür Upanishad yorumudur.

Upanishadlar; Vedanta öğretilerini açıklayan metinler, yogayı öğreten metinler, çileci yaşamı, Vishnu’yu ve Şiva’yı öven metinler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu metinler genellikle düzyazı, düzyazı - şiir karışımı ve kısmen de epik dörtlükler halinde oluşturulmuştur.

Upanishadlar‘ın en eskisi M.Ö. VIII. yüzyılda derlenmiştir yani ortaya çıkış tarihi M.Ö. 600’lerdir ki Buddhizmin ortaya çıkış ve yükseliş döneminden hemen önceye denk gelmektedir.

Derlenen en yeni Upanishadlar ise Buddhacılık sonrası döneme aittir.

Sayıları bugün tartışmalıdır ancak genellikle 108 tane Upanishad olduğu kabul edilmektedir. Fakat bazı yerlerde Vedalara bağlı olmayanlarla birlikte iki yüzden fazla oldukları iddia edilmektedir
Vedalar tek bir kişinin çalışması değildir ve ermişler tarafından öğrencilere bilgilerin aktarılması ile oluşturulmuştur. Dolayısıyla sözlü olarak nesilden nesile aktarıldığı için günümüze sorunsuz bir şekilde gelmesi ve kendi aralarında tutarlı olması beklenmemelidir

ELLORA MAĞARALARI

Hindistan’da Maharashtra Eyaletinin kuzeyinde Aurangabad şehrine 30-40 km uzaklığında bulunan tarihi bir miras Ellora Mağaraları. Kayalara oyulmuş eski tapınaklardan oluşan bu mağaralar Unesco tarafından Dünya mirası olarak tescillenmiştir. Ajanta mağaralarına çok yakındır fakat aralarındaki farktan dolayı iki mağara kıyaslanamaz bile.Ellora’da yalnızca resimler değil buna benzer heykel ve heykelcikler de bulunmaktadır ek olarak tek bir tapınak değil birçok dine ait tapınakları bünyesinde barındırmaktadır.

Kuzey-Güney doğrultusunda oyulmuşlardır ve en baştaki mağara ile en sondaki arasında yaklaşık 2 kilometre mesafe bulunmaktadır. Bu alanda toplam 34 mağara bulunmaktadır bu 34 mağaranın tümü aynı dine ait değildir. 17 Hindu,12 Budist ve 5 tane de Jain tapınağı mevcuttur bu da tarihte farklı dinlere hizmet ettiğini ortaya koymaktadır.

Mağaralarda bulunan resimler ve heykeller gerçekten işçilik harikasıdır bu heykeller özellikle yapılan ibadetleri ve törenleri anlatmaktadır. Birçok dine hizmet eden bu mağaralarda ilk tapınaklar Budistler adına inşaa edilmiştir. Kayaların içine oyulan tapınakların işçilikleri fazlasıyla kaliteli ve  günümüzde de özelliğini ve orijinal yapısını kaybetmemiştir. Mağaraların en ortasında, ana tapınak Kaisala bulunmaktadır. Tarihçilerin yaptığı araştırmaya göre yapım 150 yıl sürmüş ve yaklaşık 7.000-10.000 işçi bu tapınakların yapımında görev almıştır.

Hindu mitolojisinde Tanrı Şiva’nın evi olarak bilinen Kaisala… Himalayalarda bir dağın ismi ve onun kutsal olduğu inancı hakim.

Kaisala’nın farklı olmasına neden olan şey ise; yine kayaların etrafında oyularak oluşturulan bir avluya sahip olmasıdır. Araştırmalar 200.000 ton kayanın çekiç ve benzeri malzemelerle oyulması ve kazınması ile bu tapınakların meydana geldiğini ortaya koymaktadır.



ACANTA MAĞARALARI
Hindistan'ın Maharashtra bölgesinde Ajanta Dağlarının bazalt kayalar ile kaplı tepelerinde yer alan mağaralar Ellora'nın 100 km kuzeydoğusunda, Aurangabad'dan 104 km ve Jalgaon Tren İstasyonundan 52 km uzakta bulunmaktadır. Mağaralar, Sahyadri Tepelerinin ormanlık vadisinde yer alan Deccan volkanik lavlarınca parçalara ayrılmış ve çok güzel bir ormanlık alanda bulunmaktadır. Bu harika mağaralar, Buda'nın hayatını resmeden oymalarla işlenmiş olup bu oymalar ve heykeller klasik Hindistan sanatının başlangıcı olarak değerlendirilmektedir.

Ajanta'da milattan önce 200 civarında 29 mağara kazılmış, ancak bu mağaralar milattan sonra 650'de Ellora'nın tercih edilmesi nedeniyle terk edilmiştir. Mağaraların 5'i tapınak, 24 tanesi de manastır olup, yaklaşık 200 rahip ve zanaatkâr tarafından kullanıldığı düşünülmektedir. Ajanta Mağaraları 1819'da bir İngiliz kaplan avı partisinde tekrar keşfedilene kadar zaman içerisinde unutulmutur. Bugün, mağaralara tepenin ortasındaki bir alandan uzanan yol boyunca ulaşılmaktadır, ancak her bir mağara, bir merdivenle suya bağlanmaktadır.

Ajanta tarzının, Hindistan ve başka yerlerde, özellikle de Java'da önemli ölçüde etkileri olmuştur. Burada yer alan iki grup anıt Hindistan tarihindeki iki kritik ana karşılık gelmektedir. Ajanta mağara topluluğu hem Hindistan sanatının gelişmesini hem de Budistlerin belirleyici rolünü, entelektüel ve dini anlayışını, okullarını ve diğer hususları olağanüstü biçimde ortaya koymaktadır.






1 Ocak 2014 Çarşamba

MİNİMALİST SANAT/SANATÇI ''DAN FLAVİN''

Minimalizm, özellikle görsel sanatlar ve müzikte esas teşkil etmeyen (önemli olmayan) biçim, özellik ve kavramların çıkarılması yolu ile konunun esasının veya kimliğinin sunumudur. Bu bakış açıcı ile minimalizm enaz ve en basit unsurlar ile en fazla etkinin yaratılmaya çalışıldığı tasarım veya tarz olarak adlandırılmaktadır. Minimalizm 2.Dünya Savaşı sonrasında batı sanatı içindeki gelişmelerde teşhis edilmektedir. Daha güçlü biçimde Amerikan görsel sanatları içerisinde 1960 ve 70′lerde gözlemlenmektedir. Minimalist yaklaşımın öncü sanatçıları arasında Donald Judd, John McCracken, Agnes Martin, Dan Flavin, Robert Morris, Anne Truitt, and Frank Stella gibi sanatçılar yeralmaktadır. Minimalizm kaynağını Modernizmin özelliklerinin değişime tabi tutulmasından almaktadır, ve sıklıkla Soyut Dışavurumculuk’a (abstract expressionism) bir tepki olarak ve Postminimal sanat uygulamalarına bir köprü olarak yorumlanmaktadır.


Richard Serra
Minimal Art ile resme ve heykele bambaşka bir disiplinleşme gelmiş, bu iki plastik sanatlar alanı-yanlarına mimariyi de alarak- adeta sistemli bir dil kazanmıştır. Diğer sanat üslupları ve akımlarına nazaran Minimal Art’da teorisyenlere daha çok ihtiyaç duyulmuştur. Form ve mekan anlayışından tutunda, plastik sanatları ilgilendiren hemen her öğe Minimal Art’da değişime uğramıştır. Çünkü, maksimumu içeren her şey absürd sayılmıştır. Bir kaynağa göre Minimal Art, 1960 sonrası ortaya çıkan bir anlayıştır ve bu kavram ilk defa 1966 yılında ileri sürülmüştür. Kavramın ileri sürülmesi konusunda başka görüşler de bulunmaktadır. Örneğin bunlardan biri Barbara Rose’un “Art in America” dergisinin Ekim 1965 tarihli sayısında yayınladığı ABC Art” başlıklı yazısıdır. Bu yazıda yeni bir sanat eğiliminden söz edilmekte ve ABC Art gibi bir adlandırma benimsenmeyince, aynı yazıda kullanılan “minimum” sözcüğü minimalizm/minimal art” kavramına hayat vermektedir. Bu konudaki bir başka görüş de, minimalizm teriminin ilk kez 1965 yılında “Art Magazin” dergisinde Richard Wollheim tarafından kullanıldığı şeklindedir.
 

Sol Lewitt
 
İçinde bulunduğumuz bu estetik yaklaşım, oluşumu bağlamında önü ve arkasıyla 20. yüzyıla aittir. Plastiği plastik yapan tüm öğeleri en aza indirgeyerek bir yapıtı oluşturmak temel prensibidir. Tabiidir ki bu söylemeye çalıştığımı uygulamaya dökmek, o kadar da kolay bir şey değildir. Tarihsel açıdan Piet Mondrian ve Kazimir Maleviç estetikleri, Minimal Art’ın yönlenmesine yardımcı hareketlerdir. Yanı sıra Marcel Duchamp’ın 1913’de bir bisiklet tekerleğini mutfak taburesine takarak yapıt oluşturmaya yönelmesi olayıyla başlayan Ready Made estetiğinin de minimalist sanata katkıda bulunduğu düşünülebilir. Çünkü Ready Made’in benzersiz yanının olmayışı özelliği, minimalizmin de felsefesinde yer alır; yok etmek ve kimi aşamalarda yok etmeksizin en aza indirgemek.
 
 
Sanat tarihsel boyutta düşünürsek, plastik yoğunluğu maksimumdan yana olan Pop Art ve Soyut Dışavurumculuk’tan sonra, bir paradoks yaratacak şekilde sanatın minimalizme ve kavramsal olana doğru yöneldiğini görüyoruz. Belki de 20. yüzyıl sanatında ilk defa böylesine farklı bir değişim göze çarpmaktaydı. Kökten olmasa da bu, ciddi bir estetik değişimdi. Neden buna ihtiyaç duyulmuş olabilirdi? Belki de, gittikçe artan teknolojinin yaratmaya başladığı sıkıcı kalabalığı dağıtmayı istemek baş nedendi. Çünkü hızla artan bütün oluşumlar karşısında toplumlar da yorulmaya başlamıştı. Tabiiydi ki bu hızın çıkardığı gürültü insanları şaşkına çeviriyor ve strese sokuyordu. İşte bu stresin ilacı, sakin ve düşünmeyi öğütleyici yapısıyla, minimalizmden bir başkası olamazdı. Bir anlamda her şey kristalleşmeye başlıyordu. Belli diyagramlar ya da, adeta diyagramlara yönelen plastik yüzeyler ve izler Minimal Art’ı şekillendiriyordu. Minimal Art, resim ve heykeli daha önce de belirttiğimiz üzere temel olana, ya da Geometrik Soyutlamanın ana çizgilerine indirgemekteydi. Burada formalizm en uç ifadesini bulmaktaydı. Çünkü biçim içerikti artık. Minimalist resim, figüratif unsurları ve göz aldatıcı mekanı dışlayarak, çoğu zaman düzenli bir yapıya göre kurulmuş parçalardan oluşan birleşik bir imaj veriyordu. Minimal Art’ın özgünlüğü, heykel alanında daha açık ve belirgindir. Minimalist heykelciler figüratif çağrışımları dışlamış ve geçmişe sırt çevirmişlerdir. Sanat ve günlük yaşam arasındaki sınırı aşabilecek üç boyutlu yapıtlar gerçekleştirmeyi amaçlamışlardır. Kentsel çevreye entegre olabilmek için büyük çaba göstermelerine rağmen, genelde insanı şaşırtan yapıtlar ortaya koymuşlardır. Sanatları anlaşılmaz, kapalı ve elitisttir. Minimalizm sanat tarihinde, özellikle Amerika’da doğmuş sanatçılarca ortaya atılmış, uluslararası çaptaki ilk harekettir. Bu akımın önemli isimleri arasında Carl Andre, Ronald Bladen, Mel Bochner, Dan Flavin, Mathias Goeritz, Donald Judd, Sol LeWitt, John McCracken, Robert Mangold, Brice Marden, Agnes Martin, Robert Ryman, Richard Serra, Tony Smith, Frank Stella gibi isimler vardır.
 
Carl Andre


Minimal Art, önce de söylediğim gibi Conseptuel Art’ın yolunu açtığına göre, kavram ve kavrama süreçlerine de ev sahipliği yapmıştır. Peki, sanatta daha önce düşünce yok muydu? Tabii ki vardı. Fakat izleyici, düşünceyi kavrama dönüşmüş olarak görmemekte ve kavramaya da çalışmamaktaydı. Yapıt sosyoloji, psikoloji ve estetikle olan ilişkileri bağlamında dikkat çekebilmekte, hiçbir zaman minimalizmde olduğu gibi direkt kavrama dönüşmemekteydi. Belki de minimalizim bir anlamda sanatçı-bireyin kendine özgü çizdiği hümanizm rotası altında gelişmekteydi.
 
Donald Judd
Artık sanatçı-birey oldukça özgürdü, fikrini, kapitalist vurgunun da karşısında olan en azla yetinme mantığını değerlendirerek ve yapıta dönüştürerek ortaya koymaktaydı. Minimalizm ile birlikte yapıtın içeriğinden çok, biçimiyle özdeş olarak gelişen bir fikri ve mesajı vardı sanatçının. Yapıt kendini biçimleriyle var ederken içeriğini de gözler önüne direkt sermekteydi. Minimal Art görsel olmanın ötesinde, sanki manifesto tarzı bir dışavurumu da değerlendirerek, sözel bir yapıya bürünmüştü. Hatta heykel anlamında değerlendirilen minimalist yaklaşımlar, bir beden mantığı ile özdeşleşerek gövdesel bir mantığa bile açılım yapmaktaydı. Bütün bu özellikleriyle, yalınkat sanat yapıtı bütün üslupların ortaya koyduklarından kopmakta ve adeta minimalizme inanç göstermiş yapıt, fetiş elemanı gibi sanatın tarihsel süreci bağlamında bir yıldız gibi parlamaktaydı.
 
 
Dan Flavin
 

 
Nesneye göre bir ilerlemenin ilk basamağı olmuştur Minimal Art. Minimalizm’in sanat felsefesi bağlamında, her şeyi en temel olana indirgeyerek estetik sonuçlara varmak ve bir sanat yapıtı ortaya koymak öyle kolay bir iş değildi. Çünkü söz konusu estetiğin içinden kavrama dönük hiçbir şeyi çıkartıp atamazsınız, atarsanız büyü bozulabilirdi. Abraham Moles’in dediği gibi sanatçı artık yapıt yaratmıyor, yapıt yaratacak düşünceler yaratıyordu. İşte bu yaratmanın da ilk basamağı Minimal Art’tı. Kanımca böylesi bir durumun, bir tepki olduğu iyi anlaşılmaktadır. Minimalizm, yapıtın mutlak özerliğini sorgulamaya çalışıyordu. Bir yaklaşımla minimalizm, postmodern duruşla ilintilendirilen ve postmodernizmin geniş çatısı altında oluşan binanın merdiven basamaklarından ilkidir. Böylece sanat, sanki bir anlamda hem medyatik olmaya yaklaşıyor, hem de uzaklaşıyordu. Minimal Art’da kullanılan figür, sadece resim ve heykel olarak kalamayacak belli bir yerleştirme (enstalasyon) süreci de kendiliğinden gündeme getirecekti. Böylece kavram sanatının önemli bir birimi olan yerleştirme ihtiyacı da ilk defa ciddi anlamda minimalizm ile ortaya konulmuş olacaktı. Sanat, artık birçok alanla ilişki kurmaktaydı (felsefe, kuram, siyaset vb.). Minimalizm ile birlikte sanat felsefeyle daha bir örtüşmüştür, hatta kimi zaman onun yerini bile almıştır. Böylesi bir süreç ile beraber sanat ve yapıtı, kavram ya da kavramları oluşturmaya başlamıştır. Çünkü sanat anlamlaştırmayla ilgili bir eylem olarak düşünüldüğünde, ancak o zaman kavramsallaştırmaya yönelebilecekti. İşte bu açıdan bakınca da, minimalizm yine ilk basamaktır.